Biz, Başka Yerde
İnci Eviner

Sergi

Tanıtım

Sohbet

Görseller

Sanki birileri bu ortadan ikiye ayrılmış sahnenin katmanları arasına saçılmış beynini, sıkışmış duygularını ve jestlerini, yarım kalan hikâyesini arıyor ve ancak bunları toplayarak kendini bir özne olarak şekillendireceğini düşünüyor. Bütün bunlar olurken, ben kendimi olaylara tanıklık etmek için onların içinde ve aynı zamanda dışında tutmaya çalışıyorum. Tanık olmanın sorumluluğu, biz olmayı sorgulamaktan geçiyor.

İnci Eviner, 2019

TANITIM

Biz, Başka Yerde, topluca yer değiştirmelerin sonucu olarak bizim yarattığımız ve bizim için yaratılmış mekânlara dair bir inceleme. Sergi, izleyiciyi kendini bu mekânlarda bulan öznelerin verdiği tepkiler, birbirleri ve anılarıyla etkileşime girme biçimleri hakkında düşünmeye davet ediyor. İnci Eviner’in yeniden biçimlendirdiği nesneler ve yarattığı hayali karakterler çeşitli ses unsurları aracılığıyla kayıp, silinmiş ve başka yerde olanı araştırma ihtiyacı doğuruyor. Karakterlerin geçiş hâlindeki kimliklerini şekillendiren gündelik davranışlarında belli bir saldırganlık ve anidenlik göze çarpıyor. Ziyaretçileri yokuşlardan çıkmaya, avluların içinden geçip kenarlardan yürümeye davet eden mekân, duvarlardaki kesintilerin ve çatlakların sunduğu manzaralar nedeniyle belli bir geçirgenliğe sahip. Nesnelerle işaretlenmiş patikalar ise, hafızanın çatışmalarla nasıl başa çıkabileceğine dair fikir vermek amacıyla kurgulanıyor. Karakterler, mekân ve patikalar hepsi birlikte, Hannah Arendt’in Biz Mülteciler isimli metinde bahsettiği mücadelelere dair anlatıya benzer bir hikâye sunuyor.

Eviner, öznelliğe odaklanan ve çeşitli mecralardan yararlanan çalışma pratiğinde, bireyin bedenselliğinin onun ruhunu ve davranışını nasıl şekillendirdiğini araştırıyor. Sanatçı, Biz, Başka Yerde’deki mimari bileşeni, izleyiciler ile yarattığı hayali karakterler arasında aracılık eden bir sahne olarak kurguluyor. Böylece kendilerini yeniden icat etmeye çabaladıkça öznellikleri de durmaksızın değişen karakterler izleyiciye yansıtılıyor. Kapatılma mekânlarından alınan kesit ve diğer unsurlar, yeni bir amaçla ve yeni bir şekilde tasarlanıyor. Bunun yanı sıra tereddüt içindeki karakterlerin hareketli görüntüleri kullanılarak mekânda bir geçiş duygusu yaratmak isteniyor. İzleyiciler, mekânın içinden geçerken kendi koşullandırıcı ve özne konumlarıyla yüzleşiyor, yitip gidenleri anımsıyor.

Eviner’in pratiğinin başlangıcını ve bel kemiğini oluşturan çizimleri, kullandığı çeşitli mecraları ve kavramları birbirine bağlayan zihinsel bir araç işlevi görür. Biz, Başka Yerde’de kurduğu sahnenin daha önceki bir örneğine, ‘yaşamın pek çok boyutunda görülen politik baskı ve kısıtlama’ biçimleri hakkında performatif bir araştırma niteliği taşıyan Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt (2013) işinde de rastlanabilir. Benzer şekilde Biz, Başka Yerde, öznelerin kendi tarihlerinin değiştirilemezliğiyle meçhullüğün kırılganlığı ele alarak, iyimserlikle çaresizlik arasına düşen bir geçiş ve yeniden oluşum mekânı tasarlıyor.

Biz, Başka Yerde’deki sahne, birlikte yaşadıkları insanlara kendilerini hem uzak hem de bir o kadar yakın hissettiren ve geçmişlerinden bahsederlerken beklentilerini geleceğe yansıtan öz-neleri ağırlıyor. Bu karakterler, anılarını saklayabilmek için uygun araç ve mekânlar arıyor; bir yandan da, yeni yaşamlarını nasıl inşa edeceklerini, kendilerini kuşatan sözlü, görsel ve psikolojik yeni dilleri nasıl kullanabileceklerini araştırıyor.

 

 

ZEYNEP ÖZ

SOHBET

BİGE ÖRER

Venedik Bienali Türkiye Pavyonu sergisi için birlikte çalışmaya başladığımızdan beri deneysel ve performatif bir yapının şekillenmesi için çalışırken sayısız desen çizdin. Pratiğinle özdeşleşen desenlerini, Venedik’te izleyicinin deneyimleyeceği çok katmanlı serginin çıkış noktası olarak da tanımlayabiliriz. Altı yaşından beri desen yapıyorsun ve farklı malzemelerle çalıştığında bile desen hep senin kendini ifade ettiğin ve üretiminle özdeşleşen bir pratik olarak sanatla çok doğal bir ilişki kurmanı sağlıyor. Bu süreçte desen sana nasıl yol gösterdi?

İNCİ EVİNER

Çizmek benim için her zaman fikirleri oluşturmak ve onları farklı araç ve dillere dönüştürerek geliştirmeme yarayan temel bir pratik oldu. İçine kendimi güvenle yerleştirdiğim tanıdık bir habitus gibi. Çizerek sanatla olan ilişkimi daha doğal, daha rahat kuruyorum ve bunu sürdürebiliyorum. Aynı zamanda bu güven beni zihnimin bilmediğim köşelerine götürüyor. Dünyaya çizerek bakmak ve onu dönüştürmek çocukluğumdan beri yaptığım bir şey. Kalem ve kâğıt gibi her yerde bulunabilecek basit malzemelerle düşünmek, günlük hayatı zihin, hayaller ve duyumları birbirine bağladığı gibi farklı malzeme ve anlatım yollarına doğru da akabiliyor.

Biz, Başka Yerde’ye başlarken, fikirler henüz ham haldeyken geçmiş defterlere döndüm. Son tamamladığım video Cennetin Yeniden Canlandırılması’nın sahne arkası fotoğraflarından çizerek iz sürmeye başladım. Bu işte kendilerine vaat edilmemiş cennet tahayyülü ile cinselliklerinin arasına sıkışmış kadın bedenleri, sürekli hareket içinde çırpınıp duruyor ve olup bitene bir anlam vermek istiyor. İki sahneye ayrılmış videoda üst tarafta hayat akıp giderken kadınlar kendilerine yerin altında bir varlık alanı yaratmak için sürekli mücadele ediyor.

Biz, Başka Yerde’de ise bu hayali karakterler toprağın içinden çıkıp etrafa saçılıyorlar. Baskı ve zulmün eksilttiği, yarım bıraktığı ve sakatladığı hafızalarını kenarlarda, gizli köşelerde, odalarda arıyorlar.

Sürekli çizmek, belki de beni bedene bakarak onun arzularını ve sınırlarını görmeye itiyor çünkü aradığım şey, giysilerin ve kimliklerin arkasında gizlenmiş; bu yüzden onu açığa çıkarmak istiyorum. Desenle bilinçaltının işleyişi, görünen dünyayı yeniden şekillendiriyor. Sanıyorum bu çaba onların benden kopup kendi özgürlüklerini kazanmalarına kadar sürüyor ve kendi dünyalarını itişip kakışarak, dövüşüp sevişerek, keder, şüphe ve tevekkülle kurmuş oluyorlar. Sanıyorum çizmek fikirleri ve hayalleri de birbirine bağlamamı sağlıyor.

Biz, Başka Yerde isimli bu iş için 2013’te 13. İstanbul Bienali’nde birlikte çalıştığımız Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt’te olduğu gibi yeni bir mimari yapı tasarladın. Aslında sanırım “mekân yaratmaya” 2009’da yaptığın Harem isimli çalışmanla başladığını söyleyebiliriz. Çıkış noktası olarak Melling’in 18. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’da gerçekleştirdiği Harem isimli gravürden aldığın ve üzerinde alışılmadık kadın figürlerinin dolaştığı bir mekân resmini hareketlendirerek bu arayışın ilk örneğini paylaşmıştın. Biz Başka Yerde isimli çalışmanda hem bir sahne, hem de bir habitus olarak tasarladığın bu mimari yapı ve kesitlerle ilgili neler söylemek istersin?

Harem, gizli kalmış ve tam da bu nedenle pek çok oryantalist fantezinin ve arzunun konusu olmuştur. Melling, Harem’i dönemin hakim resimsel anlatımının sınırları içinde gösterir. Elbette bu, bir mimari kesitte gerçekleşir ve bizi mekânın anatomisi ve aynı zamanda mahremiyetini gözetlemeye davet eder. Biz de sanki irademizin dışında, istemeden ve bilmeden tanık oluruz ona.

Harem’in kadınları bizim onları seyrettiğimizin farkında değildir. Aslında onlar günlük işlerini yaparken bizim bakışlarımıza hazırlıksız yakalanmışlardır. İşte ben Harem’le mekânın temsil politikalarına araştırmaya böyle girmiş oldum. Resimsel, mimari temsil biçimiyle dönemin tarihsel gerçekleri arasında sıkışmış olan kadınları canlandırmak istedim. Böylece Melling’in Harem’i pek çok entrikanın döndüğü karmaşık bir sahneye dönüştü.

Video işlerimde mimari temsillerin sorunsallaşması böyle başladı. Daha sonra Ortak Eylem Aygıtı’nda mimari temsilleri mekâna yerleştirerek karmaşık, birbiri içine giren sahne ve atölye kabinleri yarattım. Bu bir anlamda fikirlerin mekân yaratmasına ve yarattıkları bu mekânların başka fikir ve işbirliklerine evrilmesine yol açtı. Bu mekân(lar) aynı zamanda izleyicinin aralarında yürüyerek göz hizasından deneyimleyebileceği hem de yukarıdaki galeriden kuşbakışı bir plan olarak algılayabileceği çifte bakış açısına göre düzenlendi. Bu yarıdan kesilmiş mekânlar bedenin farklı bir hareket kapasitesini de açığa çıkarıyor; böylece duyumlar, duygular ve mimarlığın gizli niyetleri ve bütün bu birbirine akan fikirler işlemeye ve yeni formlar yaratmaya başlıyordu.

Biz, Başka Yerde’yi de böyle operatif (işleyen), etkileşime açık bir mekân olarak tasarlamayı düşündüm. Bu mimari yerleştirmenin aktörleri olan videolar, hayatın akışını kesintiye uğratarak, onu bir an askıya almak için çalışacaklar. Bu aygıtın hayali aktörleri yer altından geliyor ve hafızalarının eksik kalan kısmını arıyorlar. Onları ortadan yarılmış bir mekâna yerleştiriyorum. Mekân demir parmaklıkların yarattığı labirentlerle örülüyor ve tıpkı hafızanın eksikliği gibi burada yer alan nesneler de eksik; yarım sandalyeler ve pisuarlarla donatılmış bir yerleşim alanı; belki de bir hapishane, bir kamp ya da bir halfway istasyonu. Bu yarılmış mekâna saplanan demir parmaklıklar ve bayrak, nişlere gömülmüş yol haritaları, ikiye bölünmüş kitaplardan oluşan kütüphane, çatıya gizlenmiş masklar farklı açılardan çeşitli manzaralar yaratıyor.

Bu tuhaf yapıda izleyicinin bedensel deneyimine videolardaki hayali karakterler eşlik ediyor ve izleyici bu yerinden edilmiş, hafızası silinmiş çılgın topluluğun bir parçası oluyor. Aynı zamanda izleyicinin kendini hem dışarda ve hem de içerde olmanın ve ben ve biz olmanın gerilimlerini deneyimlemesini de amaçlıyorum.

Desenlerin ve videolarınla birlikte sanatsal araştırmalarına bütünlüklü bir boyut kazandıran mimari yapılar, senin deyişinle “arada kalanların” dünyasını tüm şiddetiyle görünür kılıyor. Mekânda adeta fantezi ve hakikat arasında dolaşan hayali karakterler geziniyor. Yeraltıyla yerüstü arasındaki hayali fiziksel bir yerde, bilinç ve bilinçdışı arasında, varoluşsal bir alanda yaşadığını hayal edebileceğimiz bu figürler nasıl oluştu?

Bu işe başlarken kendime şu soruyu sorup durdum: Günlük basit jestler ne zaman ve nasıl siyasileşir? En insani ihtiyaç, duygu ve arzular nasıl bu kadar tehlikeli bir hale gelebilir? Kendi konforlu dünyalarımızda yaşarken aynı dünyada ve başka bir yerde, başkalarının varoluş alanı nasıl bu kadar güçlü bir şekilde tehdit altında olabilir?

Oyuncularla çalışırken şimdi, burada olanın şiddetini açığa çıkaracak hareketlerin neler olabileceğini provalarda deneyimlemem gerekiyordu. Bu tuhaf kostümlerin içine sığmayan bedenler, henüz felsefe ve sosyolojinin konusu olmadan önceki, yani teorik olarak bir isim ve kavram kazanmadan önceki ham hallerine dönebilirler mi diye düşündüm; bunun bir pratiğini bulmaya çalıştım. Üç oyuncuyla da çalışırken, onların kimliğin hayatta kalmak için kasıtlı olarak silinmesi ya da baskı yoluyla unutturulması arasında savrulan bireyi taklit etmeden ve oynamadan nasıl yansıtabileceklerini bulmaya çalıştım. Bu kısa performatif hareketlerde bedenin bazı parçalarını eksik olarak hayal ettik ve onlar, bu hayali eksik bedenleriyle devinmeye başladılar. Yerin altından gelirken yanlarında biraz aşk, bazen nefret; kuzu ve dağ aslanlarını, hüzün ve neşelerini getirdiler ve en önemlisi bunun sesini bulmaya çalışarak yeni bir varoluş biçimi yaratmaya çalıştılar.

Kahin, kurban, tiran, zalimler, intihar edenler, demon’lar, hile, fesat, aşk, tutku, baştan çıkarma, hüzün, keder, şefkat, kader ve arzuyu şekillendirdiler ve sanki kendi şiddet dolu mitolojilerini yaratmaya çalıştılar. Aslında provaları, anonim olanla bireysel hafızayı nasıl aynı anda bir vücutta buluşturabileceğimi düşünerek biçimlendirdim. Video kompoziting tekniği hayali olanla bir an içinde gerçekleşenin tesadüfi birliğinin ortaya çıkmasını sağladı ve sonuçta bu figürler mimari yerleştirmeyi bir çeşit habitus haline getirerek, beyhude bir çabayla oradan oraya gölgelerini içlerinde taşıyarak, bazen de gölgelerinin çekiştirdiği sakatlanmış bedenleriyle koşuşturup durdular.

Biz Başka Yerde Hannah Arendt’in 1943 yılında kaleme aldığı Biz Mülteciler metnine gönderme yapıyor. Çalışmalarına hem birçok teorik metni hem de edebiyatı, özellikle şiiri davet ettiğini biliyorum. Tüm bu okumalarla üretimini nasıl birleştiriyorsun?

Okuduğum pek çok metin arasında Biz Mülteciler metni beni çok etkiledi. Üstelik bana bu metni siyasi nedenlerle ülkesine dönemeyen bir arkadaşım hatırlattı. Özellikle bir paragraf bana insani varoluşun ne kadar kırılgan olduğunu hatırlattı:

Our optimism, indeed, is admirable even if we say so ourselves. The story of our struggle has finally become known. We lost our home, which means the familiarity of daily life. We lost our occupation, which means the confidence that we are of some use in this world. We lost our language, which means the naturalness of reactions, the simplicity of gestures, the unaffected expression of feelings.

İnsanların dünya ile ilişkisinin doğallığını ve jestlerin basitliği kaybetmesi ve günlük insani ihtiyaçların siyasallaşması hâlâ büyük kitlesel yer değiştirmelerin yaşandığı günümüzde aciliyetini koruyor. Ve belli ki yeni bir insan-canlı tanımına, hatta bunlar arasında farklı bir ilişkiselliğe ihtiyaç var. Ben ve biz olanla başka bir yerde buluşmanın ve aynı zamanda burada olanla hafıza arasındaki eksik ve kayıplarla karşılaşmanın zamanı geldi diye düşünüyorum.

Arendt’in bu metninden sonra kaleme aldığı makalede Agamben, her tarihsel paradigmatik kopuştan sonra yeni tanımlara gereksinim duyulduğundan bahseder. İşte bu tanım ve tariflerin bir türlü etkileyemediği ve değiştiremediği temel insanlık durumu nedir ve neden sürekli tehdit altındadır? Aynı soruyu çeşitli cümlelerle farklı dönemlerde tekrar tekrar sormak durumunda mıyız?

İçinde yaşadığım dünyayı anlama çabası kendi ülkemde bireysel ve toplumsal hafızam içinde şekilleniyor ve bütün bu sorular şiir, metinler ve sanatsal pratiğimle birlikte evriliyor. Kavram ve tanımlar ne olursa olsun hepimizin bağlanabileceği ortak ve kalıcı değerleri arama çabası, beni farklı bir hareket dilini aramaya, araştırmaya yöneltti. Bir yanda tanım ve tarifler, öteki yanda bireysel ve toplumsal insan trajedileri; bir türlü buluşamayan ve birbirini tamamlayamayan zihin ve ruhlar.

Sergi üzerine çalışırken bir yandan bir günlük tutarcasına desen çizerken diğer yandan fragmanlarla metin yazdığını da söyleyebiliriz. Kendin için aldığın notlar olsa da, burada birine yer vermek istiyorum. Bence bu işin temel meselesini çok iyi açıklıyor: “Sanki birileri bu ortadan ikiye ayrılmış sahnenin katmanları arasına dağılan beynini, sıkışan duygularını ve jestlerini, yarım kalan hikâyesini arıyor ve ancak tüm bunları toparladığında kendini bir özne olarak şekillendirebileceğini düşünüyor. Bütün bunlar olurken, ben kendimi tanıklık etmek için olayların içinde ve aynı zamanda dışında tutmaya çalışıyorum. Tanık olmanın sorumluluğu biz olmayı sorgulamaktan geçiyor.” Bu metinle ve yazım süreçlerinle ilgili eklemek istediğin bir şey olur mu?

Bu duvarlarda rastgele dolaşan hayali figürlerin kendilerini bir özne olarak konumlandırmaları çok zor. Önce mekânın duvarlarına, çatlaklara, merdiven altına, korkuluklara sinmiş olan parçaları bir araya getirmeleri gerekiyor. Yalnızca beden parçalarını değil hatıralarını ve onurlarını, neşe ve kederlerini, ve de hayallerini toplamaları gerekiyor; ancak o zaman başka bir varoluş biçimine evrilecekler. Tasarladığım mimari yerleştirme, izleyiciye bu duyguyu versin isterim; sanki birazdan burada bir özne kendini dönüştürecek gibi...

Ben kendi tanıklığıma başkalarını da ortak etmek istiyorum. Onlarla yaşadığımız trajediyi tartışmanın ortak bir gelecek fikrini kuracağını düşünüyorum. O yüzden ben kendi pratiğimde kendi benimi bazen geri çekerek anonimleştirmekten ve ben ve bizi karşı karşıya getirip bazen de çatıştırarak tartışmayı tercih ediyorum. Kendi sanat pratiğimde çizmek, zihinde olup bitenleri ve gizli kalmış bireysel hafızayı açığa çıkarırken bir yandan da sanatın doğal bir ihtiyaç olarak canlı kalmasını sağlıyor. Öte yandan dünya ile yeryüzü arasında sıkışıp kalmış derdi tanımlama ihtiyacı, zihinsel ve bilişsel bir süreç; okumakla, bilmekle ve bunun politikalarının içinden geçerek varacağımız bir bilinç durumu. Bu yüzden sanat, duyumlar ve duygular ile zihnin ve bilincin farklı hareketlerini aynı anda deneyimleme fırsatı yaratmak için özgür bir alan sunuyor bize.

Videolarında arada kalanlar, eksik olan bir parçalarını sürekli arayıp duruyor, adeta bir kamptan ya da hapishaneden çıkmışçasına yeniden gündelik yaşama alışmak için geçici bir alanda kendilerini bulmaya çalışıyor. Bilinçaltı dünyada tekrarlanan bu hareketlerle ilgili neler söylemek istersin?

Özgürlüğümüz fiziksel olarak sınırlandırıldığı, bedenlerimiz odalara kapatıldığında ne hissederiz? Bu durumda uyum sağlamak için yeni yetenekler mi geliştiririz? Açılan bir kapı, yere düşen bir bardak ne ifade eder? Peki dışarı çıktığımızda duyumlarımız nasıl bir değişikliğe uğramış olur, ya da jestlerimiz? Bilincimizle algımız arasındaki boşluk nasıl doldurulur; belki de hep bunun peşindeyim.

Bu videolar için birlikte çalıştığın oyuncularla ezber bozan sayısız prova yaptınız. Canan Yücel, Melih Kıraç ve Gülden Arsal’la birlikte öğrenilmiş dans figürlerinin dışında yeni bir beden kapasitesinin arayışında oldunuz. Tüm bu denemeler, çarpışmalar, arayışlar sonucunda da yeni bir hareket dili üretebildiğinizi düşünüyorum. Oyuncularla çalışma sürecinden de söz etmek ister misin?

Üretim sürecim farklı disiplin ve anlatımların birbirini kesmesine olanak verecek şekilde gelişiyor. Bütün bu paralel işleyiş, fikirleri dönüştürüyor. Bu çokkatmanlı çalışma biçimi uzun bir zamana yayılıyor. Fikirler bütün bu farklı tekniklerle şekillenirken form da bu çatışmalardan besleniyor. Başlangıçta keskin sınırlar koymak yerine onları etkileşime açıp tesadüfi biçimlerin ortaya çıkmasını bekliyorum. Mesela iki modern dansçı ve bir tiyatro oyuncusu ile çalışmaya başlarken, onların zaten sahip oldukları beden dilini dışarda bırakmaya çalışıyorum. Bundan dolayı birbirimizi zorlamak, kostümlerle davranmak ve günlük hayattan esinlenmek önemli benim için. Bazı hareketler içerden patlamalar ve bireysel hafızanın harekete geçmesiyle, bazıları da dışarının tetiklemesiyle gelişiyor. Onlarla beraber benim de fikirlerim gelişiyor, sonunda ortaya kendimizin bile şaştığı, önceden provasını yapmadığımız ve desenlerde de yer almayan hareketler çıkıyor. Her video çekimi benim için yeni bir keşif oluyor ve sonraki videoyu da çağırıyor. Provalardan ve sahne arkası fotoğraflarından tekrar desenler çizerek kendim için bir çalışma döngüsü oluşturuyorum. Kostümler beden eklentisi olarak işliyor ve onlar yalnızca oyuncuya farklı bir hareket önermiyor, aynı zamanda taşıdığı sembolik değerle de başa çıkmaya çalışıyor. Örneğin yapay kürk, kuzu, gösterişli ayakkabılar yıllardır sık sık kullandığım objeler. Bu sefer oyuncuların sesleri de öne çıktı ve sesin bedenlerini nasıl dönüştürdüğünü gözlemledim. Bu süreç, ses çalışmasının önemli bir parçası oldu.

Bu mimari yapının içinde tüm farklı dilleri bir araya getiren bir de ses unsuru var. Tolga Tüzün’le birlikte bir çalışma yaptınız. Bir mekânı ses üzerinden tanımak, hatırlamakla ilgili düşünüyordun. Sadece belli seslere sürekli maruz kalmak ve başka sesleri duymanın imkânsızlığı, kapanmışlık halini tanımlayan en belirleyici öğelerden biri olsa gerek. Sesin bu işte nerede durduğunu açıklar mısın?

Sözünü ettiğim katmanlardan biri de ses. Tolga Tüzün’le çalışmaya başladığımızda akuzmatik sesle temsili sesler ve onların mekânsal etkilerini çalıştık. Sonunda ortaya çıkan videolar gibi sesler de izleyiciye eşlik edecek ve mekânın duygusunu güçlendirecek diye düşünüyorum. Mekânın dokularına sızan duygu parçacıklarını saklandıkları yerden çıkaracak olan şey ses belki de. Sesin soyutlayıcı gücü de burada önemli bir etken olacak diye düşünüyorum.